Kısa ve öz, kendimi Bye Bye Birdie filmindeki Ann Margret'in son sahnedeki hali gibi hissediyorum. İlk başta onun ilk sahnedeki hali gibiydim, şimdi böyleyim.
O filmi de başından sonuna izlemem lazım bir ara bu arada.
Geçende Syracuse'dan trenle New York'a geçerken çok geçti içimden, of yazacak bir yer olsa da yazsam diye. Bilmem devam eder miyim, ederim etmem, çok önemli de değil zaten.
O sırada 'Bye Bye Birdie'yi değil, 'There's a Light That Never Goes Out'u dinliyordum. Muhtemelen beş altı kere de dinledim üstüste. Yanımdaki kadın baymış olabilir, zaten kalktı gitti bir süre sonra.
Hakkaten ya, hayat bitmiyor. Sürekli dışarılarda bir yerlerde bir ışık var, yanıp yanıp sönüyor. Bana da tren yolculuklarında The Smiths şarkıları söylemek kalıyor. Elden birşey gelmez.
Ben şahsen iki katlı bir otobüs tarafından kimin yanında olsam da ezilmek istemem. Ama mesaj aynı, sürekli bir ışık var yanıp yanıp sönüyor.
Benim oldukça genç aklımı deli ediyor.
Bu ay New York'ta bir beş-altı gün geçirme şansım oldu aralıklı. Günde 9 saatten, muhtemelen 50 saat kadar yürüdüm sokaklarda. Alışveriş için falan da değil. Böyle nedense topuklarımı hissetmemeye, parmaklarım kanamaya, ayaklarım şişkinlikten patlamaya nazır hale gelene kadar yürüdüm. Sanki arkamdan biri itiyormuş gibi oradan oraya koşturdum. Sokaklar arasında zigzagladım, birçok yerde kayboldum, metrodan bilmediğim duraklarda inip, bildiğim yerlere çıkmaya çalıştım.
Çünkü aklımla (ve gariban ayaklarımla) zorum var. İkisi de ben nereye istersem oraya gitmek durumunda.
Ben de, onlar beni nereye götürürse gitmek zorundayım.
Böyle çekişiyoruz kendi aramızda.
Ben bir süre sonra insanlar büyür, insanlar eşleşir, insanlar iş sahibi olur, insanlar için hayat biter sanıyordum.
Meğer öyle değilmiş. Ne yalan söyleyeyim, dehşete düştüm ve şoke oldum. Meğer hayat bitmiyormuş; ama insan aynı şeyleri farklı görmeye başlıyormuş.
Ölmüyormuş insan gerçekten ölüm haricinde hiçbir şeyden.
Ondan zaten kendimi filmin başındaki değil, filmin sonundaki Ann Margret gibi hissediyorum. Aynen onun gibi başladım, aynen onu gibi bitiriyorum. Dışarıda sürekli yanıp sönen ışıkları gördüm.
Ann Margret da görmüş olacak, yolunda devam eder gibi 'Ta-ta old sweetie pie' diyor ya, çok iyi anlıyorum.
E o zaman, gülümseyerek, 'Bye now!'
O filmi de başından sonuna izlemem lazım bir ara bu arada.
Geçende Syracuse'dan trenle New York'a geçerken çok geçti içimden, of yazacak bir yer olsa da yazsam diye. Bilmem devam eder miyim, ederim etmem, çok önemli de değil zaten.
O sırada 'Bye Bye Birdie'yi değil, 'There's a Light That Never Goes Out'u dinliyordum. Muhtemelen beş altı kere de dinledim üstüste. Yanımdaki kadın baymış olabilir, zaten kalktı gitti bir süre sonra.
Hakkaten ya, hayat bitmiyor. Sürekli dışarılarda bir yerlerde bir ışık var, yanıp yanıp sönüyor. Bana da tren yolculuklarında The Smiths şarkıları söylemek kalıyor. Elden birşey gelmez.
Ben şahsen iki katlı bir otobüs tarafından kimin yanında olsam da ezilmek istemem. Ama mesaj aynı, sürekli bir ışık var yanıp yanıp sönüyor.
Benim oldukça genç aklımı deli ediyor.
Bu ay New York'ta bir beş-altı gün geçirme şansım oldu aralıklı. Günde 9 saatten, muhtemelen 50 saat kadar yürüdüm sokaklarda. Alışveriş için falan da değil. Böyle nedense topuklarımı hissetmemeye, parmaklarım kanamaya, ayaklarım şişkinlikten patlamaya nazır hale gelene kadar yürüdüm. Sanki arkamdan biri itiyormuş gibi oradan oraya koşturdum. Sokaklar arasında zigzagladım, birçok yerde kayboldum, metrodan bilmediğim duraklarda inip, bildiğim yerlere çıkmaya çalıştım.
Çünkü aklımla (ve gariban ayaklarımla) zorum var. İkisi de ben nereye istersem oraya gitmek durumunda.
Ben de, onlar beni nereye götürürse gitmek zorundayım.
Böyle çekişiyoruz kendi aramızda.
Ben bir süre sonra insanlar büyür, insanlar eşleşir, insanlar iş sahibi olur, insanlar için hayat biter sanıyordum.
Meğer öyle değilmiş. Ne yalan söyleyeyim, dehşete düştüm ve şoke oldum. Meğer hayat bitmiyormuş; ama insan aynı şeyleri farklı görmeye başlıyormuş.
Ölmüyormuş insan gerçekten ölüm haricinde hiçbir şeyden.
Ondan zaten kendimi filmin başındaki değil, filmin sonundaki Ann Margret gibi hissediyorum. Aynen onun gibi başladım, aynen onu gibi bitiriyorum. Dışarıda sürekli yanıp sönen ışıkları gördüm.
Ann Margret da görmüş olacak, yolunda devam eder gibi 'Ta-ta old sweetie pie' diyor ya, çok iyi anlıyorum.
E o zaman, gülümseyerek, 'Bye now!'